Makale gibi olmasın, onbeş yılı aşkındır hayatımın tam göbeğinde olan yoganın bence ne demek olduğunu burada anlatayım istedim.

Bahar yeni başlamış, aileler bir araya gelmiş pikniğe gidilmişti, onlardan biraz uzaklaşıp karşı tepelikte saban süren çiftçiyi izlemeye başladım. Çiftçinin düzenli hareketleri, rüzgar, hafiften ısıtmaya başlamış güneş, onbir yaşımdaki bana ilk deneyimimi yaşattı. İçimden geçirdiğim cümle “tam da buradayım, benimle ve buradaki herşeyle bu andayım” dı. İlk kez kendimi adını koyamadığım o şeyle bütün hissettmiştim. Babannem namaz sonrası tespihini çekmeyi bitirip hırkasının cebine koyarken, koyduğu şeyin tespihten daha fazlası, tanelerin toplamının huzur olduğunu o gün sayesinde artık biliyordum.

Ortaokulda cayır cayır siyasi ortamın içindeyken, gençten bir edebiyat öğretmeni, koridorlarda yumruklaşanları duymazdan gelip, Karacaoğlan’dan Rumi’den dize okumaya devam ederdi, kendince bize bir şeyler söylerdi, duymaz gibiydik. Meğer duymuşuz; bunu taa dünyanın öbür ucuna gidip Amerikalı bir yogiden tekrar dinleyene kadar anlamadım. Rumi’nin dediğini tekrarlıyordu “Sen okyanusta bir damla değil, bir damlaya sığmış okyanussun”. Kendini “tek” olarak tanımlıyorsun, bir başkası da öyle, bir diğeri de, evet hepimiz okyanusta bir dalgayız, özel ve taklit edilemeyiz ama okyanusun bir ifadesiyiz. İşte bu kadar basit. Ne daha üst bir şey var, ne de olman gereken bir hal, zaten tamız. Ama dünya halleri yaman, sana ne olman gerektiğini söyleyenlerin çenesi kocaman. Kimse tam hissetmemeli kendini, hep biraz aç olmalı, hep daha istemeli, eksiklik, yoksunluk ilmek ilmek atılmalı ki, en sıradan tabiriyle çark dönsün dursun.

Yoga benim sevdiğim tanımıyla “bütünlük” demek. İkiliğin olmadığı, “ben”in, egonun kırıldığı yolun yolcusu olmak hali. Demesi kolay, idrakında olması bir ömüre sığar mı, bilemem, çünkü yoga yolu, sadece bir yol, sonuyla ilgilenmediğin, gönüllü göçebelik hali…

Avucundan bırakmak yolun olmazsa olmazı, “oldum” demeden, “anladım”demeden, düşünceyi düşünmenin baştan çıkarıcı hallerine kapılmadan akmak, dikkatini vererek her anı izlemek. İzledikçe, daha az fikir üretip tam da o anda olanla kalmak. Mesela Kadıköy vapurundasın, Moda’ya yakın sularda yunuslar olduğunu biliyorsun, gözünü dikip bekliyorsun, hop ortaya çıkıyorlar, göremiyebilirdin de, ama çıktılar diyelim, o olağanüstü anı yaşadın, sonra aklından dile döktün “yunus gördüm”. Görmenle, dile gelmesi arasındaki o kısacık sürenin adı, anda kalmak . Cılkı çıkarılmış ama kalbi başlangıçtan beri gümgüm atan Sevgi nin ortaya çıkışı ve sevgi de bu bilinç halinden doğuyor, daha doğrusu içinden taşıyor. Ruh’un başka bir tanımı olan bilinç kelimesini kişinin kendini sezişi, farkına varışı, algı ve bilginin anlıkta izlenmesi anlamında kullanıyorum. Ruh dendi mi, aklım, sezgim kapanıyor ama bilinçle eskilerden tanışıklığım var.

Size bilincin, sizde nerede olduğunu tanımlamak için bir deney yaptırabilirim. Sakin sakin oturun ve düşüncelerinizi izleyin, düşünceleriniz vücudunuzun tam neresinden doğuyor? Biraz sabır gösterirseniz bedeninizde bir yer hatta bir nokta bulacaksınız, eminim. Düşüncelere dikkat kesildiğinizde ardı arkasına geldiğini göreceksiniz, genellikle düşünceler bir geçmiş, bir gelecek arasında gidip geliyor. Daha yoğunlaşırsanız iki düşünce arasında bir boşluğun olduğunu farkedeceksiniz, bir düşüncenin sönüp, diğerinin başlamasından bir tık öncesi, yani düşünmediğiniz anlar var. O boşluğa odaklansanız, sizde de hepimizde olduğu gibi okyanusun tamamını hissettiğiniz bir yerde olduğunuzu görürsünüz. Farkettiyseniz ve bunu ilk kez deneyimlediyseniz geçmiş olsun, artık bir yogisiniz. Siz yoganın mat üstünde, taytlar, şortlar, zor pozlar yapılarak olduğunu sanıyor olabilirsiniz ama Patanjali’nin (bir kişi) ilk Hatha yoga sutrasında (metninde) “yoga şu anda oluyor”diyor. Yani biz ona katılıyoruz, o her an oluyor, biz algılamasak da bütünlük hep var, yada başka adlarıyla kelebek etkisinde, kaosla titreşimdeyiz.

Batılılar Hindistan’a varıp yoga asanaları öğreten hocaların kapılarını zorladılar. Sonunda birileri onları içeri aldı. Zaten o hocalarda “gizli” hallerini bırakıp dışa açımış, modernleşmişlerdi, sonra oradan öğrendiklerini “Batılılar” dünyaya yaydılar. Yayış o yayış, yoga yapanlar çoğaldı, zamanın istekleriyle “işlevsel” hale getirildi, stüdyolar büyüdü, hocalar, sahnelerden kalabalıklara mikrofonlarla ders verir hale geldi. Kurtarıcı, yol gösterici ihtiyacı büyüdükçe yoga şekilden şekile girdi, girmeye devam ediyor. Bir anlamda içeriğinden kopuyor. Tutucular “ah, vah” yaptılar, sosyal medyada pozlarını sergileyenlere parmak salladılar, ama bir kez yoga okulları şirketleşmişti. Avukatlar, milyonluk kontratlar, ünlü yoga giyim markalarıyla, ardından skandallarla hamur şiştikçe şişti, kabından taştı. Ancak aynı büyüklükte başkaları da sanskritçe öğrenmeye, metinleri tekrar ve tekrar okumaya, içeriğini yeniden ortaya çıkarmaya, fiziksel pratiklerini yapmaya, o pratiği dışarıya göstermenin, dişini fırçalarken, diğerlerine dönüp “bak ne kadar güzel fırçalıyorum” demek kadar abuk olduğunu bilerek yollarında ilerlediler. Bir o kadar güçlü yoga grubu ise beden-enerji alanında ucu bucağı görünmeyen çalışmalar yapmaya devam ediyor.

Yogayı, meditasyonu dikkatle inceleyenlerle, sinirbilimcilerin, tıp araştırmacılarının yoğun bir iletişime girdiği dönemdeyiz, başından beri biliniyordu, beden kendini stresle, travmayla hasta eder, iyi alınan nefes, meditasonun getirdiği sakinlik, bedeni esnetmenin yarattığı oksijen seviyesi artışı da iyileşmenin önünü açar. Sadece bir saatlik bir uygulamayla dramatik bir değişikliğin hissedildiği yoga uygulaması, dünyada patlamasın da ne patlasın.

J.M. Coetzee Kötü Bir Yılın Güncesi’nde “Önce Adam Smith, aklı, çıkarın hizmetine sundu, şimdi duygular çıkarın hizmetine sunuluyor: Bu son gelişmeyle samimiyet kavramının içi tamamen boşaltıldı. Mevcut “kültürde” samimiyetle samimiyet gösterisi arasında ayrım yapma kaygısı güden pek yok, imanla ibadet arasında ayrım yapma kaygısı güden olmadığı gibi. Bu gerçek iman mıdır, veya, Bu gerçek samimiyet midir, muğlak sorusuna boş bakışlarla karşılık veriliyor. Gerçek mi? O da ne? Samimiyet mi? Ha evet, ben samimiyim -öyle olduğumu söylememiş miydim?” diyor. Böyle dikenlerle kaplı arazide samimiyetin ne olduğunu bilen, yogi yada değil, yürümeye çalışıyoruz.

Binlerce kez söylendi tekrar ben de yazayım, yoga din değil, Hinduzim’in doğuşundan çok öncesinden beri var. Tanrısının “İşvara” olduğu söylenir, ama tatlı bir dedikoduya göre, yoganın doğuşunun epey sonrasında ek iş olarak ona atanmış. Tabi yine Coetzee’den alıntıyla “Afrika düşüncesindeki genel kanaate göre yedinci kuşaktan sonra tarihle miti artık ayırt edemeyiz”. Yani tarihsel açıklamalarımda , ne yazsam belki doğru, belki de değil.

Siz sormaya görün, mutluluğu, huzuru nasıl bulacağınızı anlatmaya hevesliler çıkacaktır. Kimi büyük bir içtenlikle yapar o vermeye yazgılıdır, kimi fırsatları değerlendirebileceğini görüp kötümser bir dille sizden yararlanır, kimi karizmatiktir, çevresi insan doludur, istese de istemese de kalabalıklarla yaşar. Biz kişiliklerden çıkıp, olanı görmeye başladığımızda en nihayetinde herkesin kendi gibi olduğunu görürüz. Hepimizde bir dürtü var, iş ki açığa çıksın, o olmazsa şiir yazmayız, ki şiirle yoga ikiz kardeş gibidirler, aynı yerden kaynak alır,. Edip Cansever diyor zaten:

“…Ester’in söyledikleridir:

İnsanlara uzaklık vurma

Ama herkes ki kendisi olsun

Sonra herkes kendisi olsun

Birgün herkes kendisi olsun.

Ester’in söyledikleridir:

Dünyada bakınıp durma

Bütün ol, ayrı tut ki kendini

Zaten öyledir çünkü öyledir”


Varlık Dergisi, Eylül 2018